İstanbul limanı ve Kız kulesi
Marmara Bölgesi’nde, Türkiye’nin en büyük ili olan İstanbul’un doğusunda Kocaeli, güneyinde Bursa ve Marmara Denizi, batısında Tekirdağ, kuzeybatısında Kırklareli, kuzeyinde de Karadeniz bulunmaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda uzanarak Karadeniz ile Marmara’yı birleştiren İstanbul Boğazı, aynı zamanda Asya ile Avrupa’yı da iki köprü ile birleştirmektedir.
İstanbul Trakya ve Kocaeli düzlükleri arasında bir plato konumunda olup, yüksekliği çok fazla olmayan tepelerle engebelenmiştir. Ayrıca Marmara ve Karadeniz’e dökülen akarsu vadileri ile de bölünmüştür. İstanbul’un Avrupa yakasındaki belli başlı yükseltileri Yalıköy yakınlarındaki Garipkuyu tepesinde (361 m.) yükselen ve doğuya doğru alçalan Istıranca Dağlarının uzantılarıdır. Asya yakasında ise, Kocaeli platosunda yükselen dağlardır. Bunlar Aydost Dağı (537 m.), Kayış Dağı (438 m.), Alemdağ (442 m.), Büyük Çamlıca Tepesi (262 m.) ve Yuşâ Tepesi’dir (202 m.).
İstanbul’da kısa ve düzensiz akışları olan akarsular vardır. Bunların çoğu denizlere ve göllere dökülür. Terkos Gölü’ne Istıranca deresi, Küçükçekmece Gölü’ne Sazlıdere ve Nakkaş Dere, Büyükçekmece Gölü’ne Hamzalı, Çakıl, Eskice dereleri, Haliç’e Alibey ve Kâğıthane dereleri, Karadeniz’e Riva ve Göksü dereleri, Marmara Denizi’ne Safran ve Sellimandıra dereleri dökülmektedir. Yaz aylarında bu derelerin suları azalır. Kış aylarında da taşkınlıklar oluştururlar. Bunlardan Alibey Deresi üzerinde Alibey Barajı, Riva deresi üzerinde Ömerli Barajı, Heciz Deresinin kollarından Darlık Deresi üzerinde Darlık Barajı, Göksu Deresi üzerinde de Elmalı Barajı kurulmuştur. Baraj göllerinin yanı sıra il sınırları içerisinde Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Terkos gölleri bulunmaktadır.
Sultanahmet camisi
İl topraklarını bölen çok sayıdaki vadilerin en önemlileri İstanbul Boğazı ile Haliç’tir. Ancak, bu vadilerin çoğu günümüzde yerleşim alanına dönüşmüştür. Akarsu vadileri ise tarım alanları olarak kullanılmaktadır.
Karadeniz kıyılarındaki yüksek alanlar ormanlarla kaplıdır. Marmara kıyılarında plaj niteliğinde yerleşimler bulunmaktadır. Bunların başında Silivri, Selimpaşa, Kumburgaz, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Dragos, Tuzla, Yalıköy (Podima), Karaburun, Kısırkaya, Kumköy (Kilyos), Demirciköy, Riva ve Ağva gelmektedir. İlin yüzölçümü 5.220 km2, toplam nüfusu ise 10.072.447’dir.
İstanbul’da Akdeniz ile Karadeniz iklimleri arasında geçiş iklimi olarak tanınan Marmara iklimi hakimdir. Güneyde Marmara kıyılarında yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık geçerken, Karadeniz kıyılarında yazlar daha ılık ve yağışlı, kışlar da serin geçer.
Ekonomik yönden İstanbul, Türkiye’nin en gelişmiş kentlerinden biridir. Turizm, sanayii, ticaret ekonomisinde ağırlıklıdır. Sanayi kuruluşlarının büyük çoğunluğu il dışına taşınmasına karşılık, kent imalat sanayi yönünden önemini korumaktadır.
İstanbul sanayiinde asıl gelişme Cumhuriyetten sonra başlamıştır. 1950’lerden sonra hızlanan sermaye birikimleri, özel sektöre sağlanan destek, sanayi ve ticaret yönünden İstanbul’un önde gelen bir kent olmasına olanak sağlamıştır.
Ayasofya Camisi
İstanbul doğal güzelliği, zengin kültür varlıkları, ulaşım ve konaklama konusundaki gelişimi ile Türkiye’nin en önde gelen turizm merkezlerinden biri olmuştur. Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin büyük bir bölümü İstanbul’dan giriş yapmaktadır.
Tarih boyunca İstanbul’un mesire yerleri ünlü idi. Ancak çarpık yapılanma sonucu bunların büyük bir kısmı özelliğini yitirmiştir.
Günümüze gelebilen mesire yerlerinin başlıcaları, Emirgân Korusu, Gülhane Parkı, Yıldız Parkı, Çamlıca tepesi ve Adalar’dır. Ayrıca Kemerburgaz’da Aziz Paşa Ormanı, Odayeri; Çatalca’da Çilingoz ve İnceğiz; Sarıyer’de Belgrat ormanı, Binbaşı Çeşmesi, Kurt Kemeri ve Fatih Ormanı; Adalar’da Dilburnu, Değirmenburnu ve Kalpazankaya; Alemdağ’da Taşdelen, Kaynakdolduran; Anadolu Hisarı’nda Kavacık ve Hacet Deresi; Beykoz’da Karakulak Ormanı ve mesire yerleri bulunmaktadır. Ayrıca Kuzguncuk, Yıldız, kandilli, Vaniköy, Bebek, Emirgân, Çubuklu, Abrahampaşa, Beykoz, Tarabya, Büyükdere koruları da onları tamamlamaktadır.
İstanbul ekonomisinde tarımın payı çok azdır. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başlayan gıda ürünlerinin dışarıdan gelişi ve İstanbul pazarlarına aktarılması günümüzde de sürmektedir. İlin tarım alanlarının büyük bölümleri yapılanmaya ayrılmıştır. 1950’li yıllara kadar kent içerisinde ve çevresindeki bağ, bahçe ve bostanlardan karşılanan gereksinim, bugün kalmamıştır. Silivri, Çatalca, Şile gibi ilçelerde kısıtlı miktarda tarım yapılmaktadır. Buralarda buğday, elma, armut, yulaf, ay çiçeği ve soğanın yanı sıra sebzecilik yapılmaktadır. Aynı ilçelerde hayvan besiciliği ve tavukçuluk da yapılmaktadır. Buna karşılık balıkçılık İstanbul yaşamında ayrı bir yer tutmaktadır.
Aya İrini (Hagia Eireni)
İstanbul’un yer altı zenginlikleri bakımından önemli olan ilçeleri Çatalca, Şile, Bakırköy, Kartal, Gaziosmanpaşa, Sarıyer, Beykoz, Eyüp’tür. Şile yöresinde bentonit, kil, sanayi kumu, tuğla, kiremit hammaddesi ve linyit; Bakırköy’de çimento hammaddesi; Kartal yöresinde kiraçtaşı ve çimento hammaddesi; Gaziosmanpaşa yöresinde kaolin; Sarıyer yöresinde kil, sanayi kumu ve kaolin; Eyüp yöresinde kil ve Ağaçlı Köyünde linyit yatakları bulunmaktadır.
İstanbul tarih boyunca çeşitli şekillerde isimlendirilmiştir. Kaynaklar İstanbul’un 135 civarında ismi olduğunu belirtmektedir. Dünyanın büyük kentlerinden hiç birisi bu kadar çok isimle tanınmamıştır. Bununla beraber İstanbul’un isimleri kesin bir kronolojiye göre sınırlanamamaktadır.
Kentin ilk yerleşimi olan tarihi yarımadanın bilinen en eski ismi Licus (Ligos)’dur. Bu isim tarihi yarımadaya (Eminönü yöresi) doğru akan Lekop Deresinin sağından Haliç vadisine kadar inen yerin ismi idi. Daha sonra bu ismin yerine Antik Çağ kenti olarak gelişen Byzantion almıştır. Kentin kurucusu kabul edilen Bizas’ın anısına verilen bu isim, zamanla bir imparatorluğun ismi olmuştur.
Çeşitli dillerde İstanbul’un isimlerinden ve kente verilen sıfatlardan bazıları şunlardır: Secunda Roma (II.Roma), Nova Roma (Yeni Roma), Roma Orientum, Megalipolis (Büyük Şehir), Kalipolis (İyi şehir), Konstantinopolis (Konstantinin Kenti), İslambol İstimboli, İstimpolin, Kayzer-i Zemin, Mahrusa-i Konstantiniye, Mahmiye-i İstanbul, Pay-ı Taht-ı Saltanat, Asitane, Beldetü’l Tayyibe, Darü’l Hilafe, Darü’l İslâm, Darü’l Mülk, Darü’s Saltana, der Aliyye, Der-i Devlet, Dergâh-ı Selâtin, Dersaadet ve İstanbul’dur.
Rumelihisarı Halil Paşa Kulesi
Byzantion, M.Ö.VII.yüzyılın ortalarında büyük Yunan göçleri sırasında kurulmuş ve bu döneme ait çok az da olsa çanak çömlek parçaları Sarayburnu çevresinde ele geçmiştir. İstanbul çevresindeki en eski yerleşim yeri, Anadolu yakasındaki Fikirtepe, Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı’dır. Bu bölgede, Kalkolitik Çağda, MÖ.3000’in başlarından itibaren yerleşim olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, İstanbul’un 20 km. batısındaki Küçükçekmece’nin kuzeyindeki kayalık bir tepe üzerinde yer alan Yarımburgaz Mağarası’ndaki buluntular, Orta Paleolitik Çağdan (MÖ.5000-3000) başlayarak burada yerleşimin olduğunu göstermektedir.
Nitekim, bu mağara Bizanslılar zamanında kutsal bir yer olarak kabul edilmiştir. Bu verilere karşın, ilk kentin, doğal bir koy olan 7.5 km. uzunluğundaki Haliç (Keras)’in üst tarafında, Alibey ve Kâğıthane dereleri arasındaki dağlık ve yüksek burunda, Silivritepe’de kurulduğu öne sürülmektedir. Ayrıca, bugün Sarayburnu olarak bilinen ve kent surlarıyla kuşatılmış bölgede yerleşim olduğu da bilinmektedir. Plinius, bu kesimde Lygos adı verilen bir köyün bulunduğundan söz etmektedir. MÖ.VIII.- VII. yüzyılda ise Megaralılar Ege ve Marmara kıyılarından Boğaz’a gelerek Sarayburnu (Akra)’nda, büyük olasılıkla Trak yerleşmesinin üzerine kentlerini kurmadan önce Khalkedon (Kadıköy) çevresine yerleşmişlerdir. Bu dönemde, Haliç’in sonunda, Galata’nın bulunduğu kesimde ve Hrisopolis (Üsküdar)’te de Yunanistan’dan gelen koloni yerleşmeleri olduğu bilinmektedir.
Sultanahmet
Sarayburnu’ndaki yerleşme sonradan Byzantion olarak anılmaya başlanmış, diğer kesimleri ise Konstantinopolis’in dış mahalleleri haline gelmiştir. Bu dönemden sonra, M.Ö. 513’te Pers, M.Ö. 479’da Sparta, MÖ. 477 sonrasında Atinalıların egemen buraya egemen olmuşlardır. Kent, MÖ. 340-339’da da Makedonya Kralı II. Philippus’un eline geçmiş, Helenistik Çağda Byzantionun, Sirkeci, Sultanahmet ve Ahırkapı çevresinde gelişmiş, tüm yapılar antik akropol olan Topkapı Sarayı ve çevresinin bulunduğu alanda toplanmıştır. Akropolde bulunan kent, taş bloklarla yapılmış sağlam duvarlarla kuşatılmıştır. Burada surların batısında Trakion Kapısı ile 27 kule bulunmaktaydı. Sarayburnu yakınındaki tepede yer alan ve içinde saray, Zeus, Athena, Artemis-Selene ve Poseidon mabetleri, hamamlar, gymnasion , agora, stadion ve tiyatronun bulunduğu Akropolis ayrı bir duvarla kuşatılmıştı. Akropolis yakınında etrafı revaklarla ( porticus ) çevrili, dörtgen planlı bir Agoranın ortasında Apollon, Helios’un tunçtan bir heykeli bulunuyordu. Agoranın batısında Traklara karşı kazanılan bir savaşın anısına yapılmış bir başka meydan daha vardı. Ayrıca şehrin en büyük hamamı olan Akhylleos Hamamı’da bu çevrede idi. Trakya’dan su kanalları aracılığıyla getirilen sular, şehrin içerisindeki açık ve kapalı sarnıçlarda toplanıyordu. Nekropolis (mezarlık) de batıda, surların dışındaydı. MÖ.II. yüzyıl sonlarına kadar, yüksek duvarlarla çevrilmiş Byzantion, zengin bir kentti. Bu refah düzeyinin kaynağını balıkçılıktan elde edilen gelirler, Boğaz’ı geçen gemilerden alınan vergiler ve toprağın verimliliği oluşturmakta idi. Bu durum MS.193 yılında, Roma İmparatorluğunda taht kavgalarının neden olduğu kargaşa dönemine kadar sürmüştür.
Yedikule Surları
Devletin yönetimini ele geçiren Septimus Severius zamanında (193-211) önce en önemli yapıları ile birlikte büyük ölçüde yıkılan, sonra yeniden daha büyük olarak kurulan kent, oğlu Aurelius Antoninus Caracalla’nın adına izafeten Anatonina olarak tanınmıştır. Sirkeci’den Çemberlitaş’a, oradan da doğuda Marmara Denizi’ne kadar uzanan, ancak günümüze gelememiş surlar Septimus Severus tarafından yaptırılmıştır.
Kent merkezi, hamamlar Apollon-Helios ve Aphrodite mabetleri ve tiyatro da dahil olmak üzere anıtsal yapılarla donatılmıştı. Nekropolis (mezarlık), Çemberlitaş’la Beyazıt arasındaki alanda yer almaktaydı. Zamanın ana yolları iki yanda sütunlarla sınırlandırılmıştı ve bu caddelerin en ünlüsü, Divanyolu (Yeniçeriler) Caddesi güzergâhını izleyen Mese Caddesi idi.
Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra Konstantinopolis, yeniden yapılanmaya başlamıştır. Ancak, bunlar yangın, deprem, kuşatma ve isyanlardan ötürü zarar görmüş, çoğunun kalıntıları günümüze ulaşamamıştır. Bizans döneminde şehir, akropolün çevresindeki alanda yapılan Hippodrom, Hagia Sophia, Hagia Eirene ve Sarayburnu’na kadar uzanan Büyük Saray çevresinde toplanmıştı. İmparator Theodosios II. Zamanında şehir genişletilmiş, surlar bugünkü Edirnekapı’dan Balat’a kadar inen alana kadar uzatılmıştır. Kent içerisinde kiliseler, manastırlar yapılmıştır. Kentin ticaret merkezi de Hippodrom’dan bugünkü Beyazıt Meydanı’na kadar uzanan alanda yer alıyordu. Ayrıca çeşitli meydanlar, sütun ve heykellerle bezenmiştir. Bunlardan hemen hepsi günümüze kadar iyi durumda gelebilmiştir.
Beylerbeyi Sarayı
Bizans İmparatorlarından Arcadius (395-408), II.Theodesius, II.Iustinianus (527-565), Thephios, III.Mikhael kente yeni yapılar eklemiştir. Buna rağmen kentin tarihi yarımadası çeşitli isyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş, zaman zaman da yakılıp yıkılmıştır. İstanbul patriği Ioannes Chrisosthomos’un İmparator Arcadius’un karısı Eudoksia ile sürekli çatışması halkı ayaklandırmış, çıkan isyan önlenemeyince Ayasofya başta olmak üzere şehirdeki pek çok yapı yakılıp yıkılmıştır.
II.Iustinianus’un yaşamını ve tahtını tehlikeye sokan Nika Ayaklanması (532), eşi Theodora ve komutanı Belisarios’un desteği ile bastırılabilmiştir. Bu ayaklanma sonunda şehrin hemen her yanında yangınlar çıkmış, Hagia Sophia, Hagia Eireni ve Samson Ksenodokion zarar görmüştür. Bunun ardından 732 ve 740 depremleri kentin belli başlı anıtlarının yıkılmasına neden olmuştur. Bu arada ilahi hikmetin simgesi sayılan Ayasofya, Nika İhtilalinden sonra yeniden yaptırılmıştır.
Bizans döneminde İstanbul her geçen gün biraz daha gelişmiş, yerleşim artmış, yapılar yoğunlaşmış, çeşitli heykellerle bezeli Hippodrom yenilenmiştir. Hippodrom’dan Marmara’ya uzanan alanda çeşitli yapılardan oluşmuş Büyük Saray inşa edilmiştir. Tarihi yarımadada büyük yollar ve caddeler açılmıştır.
Romalıların şehirlerini dikili taşlarla ve heykellerle süsledikleri bilinmektedir. Bizanslılar da onları örnek alarak şehrin çeşitli yerlerinde sütunlar dikmiş, üzerlerine imparatorlarının heykellerini yerleştirmişlerdir.
Nusretiye Camisi
Osmanlılar Konstantinopolis’i ilk kez Sultan Yıldırım Beyazıt döneminde (1389-1402) kuşatmışlardır. Yıldırım Beyazıt Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için, 1396 yılında bugünkü Anadolu Hisarı’nı yaptırmıştır. Fatih Sultan Mehmet’te (1451-1481) onun karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırarak Boğazı kontrol altına almıştır. Böylece İstanbul’un fethi için başlayan çalışmalar arasında, kuşatmada gerekli olacak büyük toplar döktürülmüş, 12 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturulmuş, ordunun sayısı arttırılmış ve yardımı önlemek amacıyla bütün yollar tutulmuştur. Bu arada Cenevizlilerin elinde bulunan Galata’nın savaş sırasında tarafsız kalması da sağlanmıştır. Osmanlılar 2 Nisan 1453’te İstanbul surları önünde görülmüş ve iki aya yakın süreden sonra 24 Mayıs 1453’te şehir ele geçirilmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra, öncelikle şehrin yıkılan yapıları onarılmış, Bizanslıların güvenliği sağlanmış ve yeni yerleşim bölgeleri oluşturularak Türkler yerleştirilmiştir. İstanbul dört yönetim birimine ayrılmıştır. Bunlardan biri imparatorluğun merkezi olan Suriçi, diğerleri Bilad-i Selase olarak isimlendirilen, Büyükçekmece’yi, Küçükçekmece’yi, Çatalca’yı ve Silivri’yi kapsayan Eyüp yönetimi, diğerleri de Galata ve Üsküdar idi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a taşınmış ve yeni bir dönem başlamıştır.
Sultan II.Beyazıt zamanında, depremde büyük ölçüde zarar gören şehir 1510’da hemen hemen yeniden yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’da bir kent planı yapılmış ve geliştirilmiştir. Osmanlı mimarisinin Klasik Dönemine ait eserler Mimar Sinan ve Onun ekolünü benimsemiş mimarlar tarafından yapılmıştır. Bu dönemde İstanbul en parlak konumuna ulaşmıştır.
Osmanlı döneminde şehrin görünümü, sosyal yaşantısı tamamen değişmiştir. Ancak şehir depremler, seller, yangınlar, salgın hastalıklardan zarar görmüştür.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Sadrazamlığı (1718-1730) sırasında, lale Devri olarak isimlendirilen dönemde, İtfaiye Teşkilatı kurulmuş, ilk matbaa açılmış ve yeni yapılanma ile İstanbul’un görünümü değişmiş, batılılaşma süreci hız kazanmıştır. Bu arada Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan Gülhane’de Tanzimat Fermanı ilân edilmiş ve batılılaşma resmen ortaya konmuştur. Bunun sonucu olarak İstanbul yaşamında, eğitiminde, mimarisinde, sanayii kuruluşlarında büyük değişimler görülmüştür. Bu dönemde şehir yeni yerleşim alanlarına doğru genişlemeye başlamıştır.
Tarihi yarımada Bakırköy, Yeşilköy yönüne, Galata, Taksim Maçka yönüne doğru yayılırken; Boğaziçi’nde yapılanma hız kazanmış ve Sarıyer’e doğru genişlemiştir. Diğer taraftan şehir Anadolu yakasında Bostancı ve Beykoz’a kadar büyümüştür. Bu dönemde altyapı ve kent hizmetlerinde önemli gelişmeler olmuş, Galata ile Eminönü’nü birleştiren köprü yapılmış, Karaköy’den Beyoğlu’na çıkan dünyanın 3.Metro’su (Tünel) hizmete girmiştir. Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin kurulması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün ve diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerden bazılarıdır.
Kandilli
XIX.yüzyıl ile XX.yüzyılın başları Osmanlı Devletinin en karmaşık dönemi olmuştur. Bundan da İstanbul büyük ölçüde zarar görmüştür. Peş peşe yenilgilerle sonuçlanan savaşların ortaya koyduğu çöküntü İstanbul’a da yansımıştır. I.Meşrutiyetin ilanı (1876), II.meşrutiyetin ilanı (1908), 31 Mart Olayı ve Hareket Ordusunun İstanbul’a girişi (1909) ve II.Abdülhamit’in tahttan indirilişi, Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi, Balkan Savaşları’nda (1912) Bulgarların Çatalca’ya kadar ilerlemesi ve I.Dünya Savaşı’nın başlaması bu dönemin, İstanbul’u etkileyen en önemli olaylarıdır.
I.Dünya Savaşı’nın başlaması, Mondros Mütarekesi’nin imzalanması (30 Ekim 1918) Osmanlı Devletinin yıkılmasının en büyük nedeni olmuştur. Yunanlıların 23-30 Mayıs 1919’da İzmir’i işgalini kınamak için İstanbul’da Sultanahmet’te düzenlenen mitingler İstanbul tarihinin en önemli olaylarındandır. Bunun ardından İstanbul, 15-16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş, Heyet-i Mebusan kapatılmıştır.
Atatürk’ün önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Ankara merkez olmak üzere kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti 1 Kasım 1922’de saltanat ve hilafetin ayrıldığını, Osmanlı Devletinin sona erdiğini ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) kurulduğunu ilân etmiştir. Son Osmanlı Padişahı VI.Mehmet (Vahidettin) 17 Kasım 1922’de İstanbul’u terk etmiş, ardından İtilaf Devletleri de İstanbul’dan ayrılmıştır. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ordusu 6 Ekim 1923’te İstanbul’a girmiş ve İstanbul’un ikinci kez fethi gerçekleşmiştir. Bundan sonra İstanbul yüzyıllardır sürdürdüğü başkentlik işlevini yitirmiştir.
Haliç
İstanbul’daki belli başlı tarihi eserler:
İstanbul Doğu Roma, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi eserlerini bir arada toplamış bir kenttir. Doğu Roma’dan (Bizans) başta Ayasofya, Aya İrini gibi Bizans kiliseleri (İstanbul’un fethinden sonra bu kiliselerin büyük çoğunluğu camiye çevrilmiştir), Bizans sarayları, Bizans sarnıçları, su kemerleri, surlar, meydanlar, dikili taşlar ve hippodromu günümüze ulaşan eserlerdir. Osmanlı dönemine ait Erken Dönem, Klasik Dönem, Barok, Rokkoko, Ampir ve Neo-Klâsik üslupta dini yapılar, namazgâhlar, sıbyan mektepleri, kervansaraylar, su yolları, mevlevihaneler ve dergâhlar, medreseler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, sebiller, imarethaneler, darüşşifalar, türbeler, tarihi mezarlıklar, kaleler, köprüler, saraylar, kasırlar, yalılar, konaklar ve Türk sivil mimari örneklerini yansıtan eserler, Cumhuriyet dönemi anıtları, binaları günümüze gelmiştir.
Ayrıca uygarlık tarihinin tüm eserlerini bir araya toplayan müzeler de yine bu kentte bulunmaktadır.
Ihlamur Kasrı
Sancak teslim törenleri, ok atışları, horoz ve koç dövüşlerinin hatta güreşlerin yapıldığı, birçok padişaha, yabancı konuğa ev sahipliği yapan Ilhamur Kasrı Ihlamur’a inerken binaların arasından tıpkı bir yüzük taşı gibi çıkıyor karşınıza. Burada güzel bir sabah kalvaltısıyla güne başlayabilirsiniz ya da isterseniz bahçe içinde bulunan yürüyüş parkurunda birkaç tur atarak tarih içinde gezinirsiniz. Ben de bir sabah kendimi bu kasırda buldum. Merasim Köşkü’nün merdivenlerini çıkarken kendimi hanedandan biri gibi hissettim. Kasrın içinde yer alan vadi, batıda Teşvikiye-Nişantaşı sırtlarına, doğuda Balmumcu-Mecidiyeköy yamaçlarına dayanıyor. Bu vadide eskiden yer alan mesire yerine Ihlamuraltı Mesiresi denirmiş.
Günümüzde Ihlamur Kasrı ve içinde bulunduğu bahçenin ilk giriş bölümünde Batı tarzı dikkati çekiyor. Burada yine Batı tarzında dekore edilmiş Merasim Köşkü de bulunuyor. Bahçenin diğer bölümü ise doğu tarzında tasarlanmış. Bahçede ilk göze çarpan şey, hayvan figürlü havuz. Havuzun hemen kenarlarında yer alan kış manolyaları çiçeklerini dökmüş, sırasını yaz manolyalarına bırakmış. Bahçede dikkat çeken diğer ağaçlar ise, Uzakdoğu kökenli Ginko globo ağaçları. Ağacın yelpaze şeklinde olan ve çayı yapılan yapraklarının, kanın sulanması ve alzheimer hastalığının tedavisinde kullanıldığı da söyleniyor. O dönemlerde ahırların bulunduğu alan şimdi personel lojmanı olarak kullanılıyor. Ayrıca burada çocukların güzel sanatlardaki becerilerini geliştiren resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri bir mekan da yer alıyor. Böylece bir anlamda müze-sanat ilişkisi de kurulmuş oluyor.
Hacı Hüseyin Bağları
Ihlamur Kasrı’nın şimdi bulunduğu alan 1700’lü yıllarda Hacı Hüseyin Bağları olarak anılırmış. Mesire alanı olarak kullanılan bu bağlar Beşiktaş sahil saraylarına (Çırağan Sarayı) çok yakın, etrafı yeşilliklerle kaplı bir vadi olarak biliniyor. La Martine buranın sessizliğini, ”çimenlerin üstüne yaprak düşse duyulur” şeklinde vurgulamış. Belki de bu sessizlik yüzünden, Sultan Abdülmecid kasrı 1849 yılında yaptırmaya başlamış. 1855 yılında biten binanın yapım dönemi Dolmabahçe Sarayı ile aynı zamana dek geliyor.
Ihlamur Kasrı törenler için kullanılan Merasim Köşkü ve padişahın maiyeti ile kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü’nden oluşuyor. Nikoğos Balyan’nın yaptığı köşklerin iç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri görülüyor. Merasim Köşkü’nün ön cephesi barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çok çarpıcı. Şimdi içeri girelim.
Merasim Köşkü, yükseltilmiş bodrum üzerine tek kat olarak konumlanıyor. Bina saray eşrafına göre çok küçük bir alan olarak tasvir ediliyor. Giriş salonu ve etrafında 2 odadan oluşan binaya Türk zevkinin Batı tarzıyla buluştuğu bir mekan da diyebiliriz. Günü birlik kullanılan köşkte yatak odası, banyo ve mutfak yok. Girişte sizi büyük aynalar karşılıyor. Bu salonun adı ‘aynalı salon’ olarak da anılıyor. Duvarlarda ve tavanda dönemin kalem işini yansıtan motifler hemen dikkat çekiyor. Motiflerin etrafı altın varaklarla kabartılarak zenginleştirilmiş. Sağ ve sol aynalara baktığınızda sonsuz bir tünelin içinde görebilirsiniz kendinizi. Aynalar hem mekanda yansımayı öldürmesi ve daha fazla ışık için, hem de salona zengin bir görünüm kazandırması için kullanılmış. Ihlamur Kasrı duvarlarında dikkatimizi çeken bir diğer süsleme de şutuklar. Adeta bir mermer görünümü veren bu panolar alçı, boya ve yapıştırıcı karışımından oluşuyor. Uzun yıllar özelliğini koruyan bu duvarların tekrarı ve restarosyonu bize söylendiğine göre çok zor.
Müzik aletsiz müzik odası
Müzik odasındaki tavan işlemeleri ise, çapraz tonoz denilen bir teknik kullanılarak yapılmış. Bu yöntem akustik için çok elverişli olduğundan Batı’da mabetlerde kullanılmış. Bu odanın duvarları tamamen şutuk. Mobilyalara bakarsanız müzik aletlerini andırdığını fark edersiniz. Müzik odası deniliyor ama bu odada bir müzik aleti görmeniz mümkün değil. Fakat Dolmabahçe Sarayı’nda buraya kayıtlı bir piyano bulunduğunu söylüyor rehberimiz.
İngiltere’den özel olarak getirtilen şöminelerin üzerinde dönemin aydınlatma sistemi olan gaz lambaları ve Fransız Sèvres porselen vazolar dikkat çeken objeler arasında. Odalardaki avizeler orijinal. Giriş salonunda bulunan avize ise toplama olarak biliniyor. Kasır’da bir diğer ilgi çekici yer ise tuvalet. O dönem düşünüldüğünde, içerde bir tuvalet olması insanı şaşırtıyor. Aynen günümüz şartlarına uygun olarak tasarlanmış tuvalet tek parça mermerden ve en ilginç tarafı da aşağı yukarı günümüze benzeyen bir kanalizasyon bağlantısına sahip olması.
Gelelim köşkün en görkemli odasına, yani ‘merasim odasına’. İlk bakışta buranın çok özel ve bir padişaha yakışır görkemde bir yer olduğu hissediliyor. Tavana baktığınızda son derece görkemli bezemeler görebilirsiniz. Bu bezemeler karmaşık gelebilir, hatta algılaması bile zordur. Ancak bu gibi yapılarda eklektik bir tarz kullanıldığını unutmamak lazım. Sultan Abdülaziz döneminde sancak devir törenlerinin de burada yapıldığı söyleniyor.
Ihlamur Kasrı için bir iki not daha: Sultan Abdülmecid’in genç yaşta ölmesinin ardından, Abdülaziz ağabeyinin sevdiği bu kasra ve çevresine fazla önem vermemiş. Meraklı olduğu horoz ve koç dövüşleri bazen bu bahçede yapılırmış. Sultan Mehmed Reşad’ın da zaman zaman kullandığı kasırda, İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları, şimdi café olarak hizmet veren Maiyet Köşkü’nde ağırlanmış. Bu köşk Merasim Köşkü’nden daha gösterişsiz.
HİPODROM VE SULTANAHMET MEYDANI
Her devirde şehrin en önemli ve dinamik yeri, yarım ada yedi tepesinin ilki olmuştur. Şehrin ilk kurulduğu akropol surlarla çevrili, tipik bir Akdeniz ticari yerleşimiydi. Roma devrinde bu merkez genişletilerek, yenilenmiştir. Günümüze çok az kalıntıları kalan Roma devri önemli yapıları ve abideleri Hipodrom çevresinde inşa edilmişti. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırdı. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmiştir. Şehrin en önemli meydanı Agusteion ve burası ile cadde arasında Milerium zafer takı bulunurdu. Cadde Roma’ya kadar uzanan yolun başlangıcı idi ve ilk km taşı da buradaydı. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idare ve sosyal merkezler bu civara yerleşmişlerdi. Semt Bizans ve Türk devirlerinde de merkezi önemini devam ettirmiştir. İstanbul’un en önemli abideleri Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yere Batan Sarnıcı burada, Hipodromun çevresindedirler. Şehrin ana caddeleri (aşağı limana inen ve batıya şehir surlarına doğru gidenler) Hipodromdan başlar ve yamaçları takip ederdi. Yol kenarları ticari kuruluşlar ve ikametgahlarla çevrili idi. Yan yollar dar ve bazıları basamaklarla yokuş aşağı uzanırlardı. Anayol kaldırımları bazen iki katlı, galerili inşaa edilmişlerdi.
Yol boyu geniş meydanlardan ayrılan sapaklarla sur kapılarına ulaşılırdı. Ana cadde “Mese” diye anılırdı. Surlarda Altın Kapı yolu “Via Egnetia” Roma’ya, giden yoldu. “Hipodrom” At binenlerin, atların meydanı anlamına gelir. Roma İmparatoru Septimius Severus”un 2.yy. sonlarına inşa ettirdiği hipodrom Büyük Konstantin tarafından devasa ölçülerde genişletilmişti. Bazı tarihçiler 30, bazıları da 60 bin seyirci kapasitesinde olduğunu bildirirler. 2 veya 4 atın çektiği arabaların yarışları esas gösterilerdi. Roma İmparatorluğu ve sonradan Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10 yy’a kadar önemini sürdürmüştü. 1204 Latin istilası ile beraber, şehrin bir çok diğer abideleri gibi burası da önemini yitirmişti. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantılar yapılırdı. Bütün bu faaliyetler için ise Roma devrinde bol tatil günleri mevcuttu. Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan hipodromun doğu uzun tarafında, damında 4 bronz at bulunan, balkon şeklinde, imparator locası yer alırdı. Ortada, hipodromun kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Şöhretli bir araba yarışçısı akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde yüzerdi. Yarışçılar yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi politik güçleri de olan takımlara ayrılmışlardı. Zaman, zaman yarışlara politika karışır, karşılıklı güçlerin mücadeleleri korkunç katliamlara dönüşebilirdi. Hipodrom günümüze zemini 4-5 metre yükselmiş ve kalabilmiş 3 abide ile gelmiştir.
Bunlar Mısır’dan getirilen Obelisk, Yılanlı Sütun ve Örme Obelisktir. Türk devrinde, bu meydanda bazen, eski günlerindeki zengin gösteriler gibi, çeşitli festival ve gösteriler tertiplenmişti. Hipodrom’un batısında, Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan İbrahim Paşa Sarayı 16. yy. zengin ve tipik özel sarayların günümüze gelen tek örneğidir. Bu güzel yapı Türk ve İslam Eserleri müzesi olarak ziyarete açıktır. Muazzam Hipodromdan günümüze yuvarlak güney ucu gelmiştir. Büyük kemerlerle donatılmış tuğla bir yapıdır. Sonraki devirlerde Hipodromun taş blokları ve sütunlarının tamamı başka yapılarda kullanılmıştır. Hipodrom girişi sağındaki parkta 4-5 yy. ait özel saray kalıntıları, az ilerisinde de Aya Öfemiya Bizans Kilisesinin kalıntıları bulunmaktadır.
Şehr-i İstanbul Dergisi
MISIR’DAN GETİRİLEN OBELİSK (THEODOSİUS OBELİSKİ)
İki Obelisk M.Ö. 1490’lı yıllarda Mısır Firavunu III. Tutmosis tarafından, ordularının Mezopotamya’da kazandıkları zaferlerin şerefine Luksor’da, Karnak mabedinin önüne dikilmişti. Obeliskler ender kalitede pembe granitten yapılmıştı. 4.yy.’da kesin bilinemeyen bir Roma İmparatoru yapmaya muktedir olduğu, halkı heyecan ve takdir hisleri içinde bırakacak bir olay düşünerek tonlarca ağırlığındaki bir obeliski İstanbul’a getirtti. Yıllarca hipodromdun bir köşesinde bırakılan obelisk I. Theodosius zamanında 390 yılında, şehrin idarecilerinden Proclus tarafından büyük zorluklarla dikildi. Her devirde “tılsımlı” bir abide sayılan eser İstanbul’daki en eski tarihi abidedir. Obelisk, rölyeflerle süslü Roma devri kaidesinin üzerindeki 4 bronz blok üzerine yerleştirilmiştir. Kaidede İmparator, çocukları ve diğer önemli kişilerin imparatorluk locasından yarışları seyir etmeleri, halkın, müzisyenlerin, dansözlerin hareketleri ve araba yarışları konu edilmektedir. Kaidesi ile birlikte yüksekliği 25.60m’dir.
YILANLI SÜTUN
İstanbul’un en eski eserlerinden birisidir. Birbirine dolanmış 3 yılanın kafaları altın bir kazanın 3 ayağı biçimini alıyordu. M.Ö. 5.yy’da Persleri yenen 31 Yunan şehri elde ettikleri bronz ganimetleri eriterek bu eşsiz kalitedeki eseri yaptırtmıştı. 8 m. boyundaki Yılanlı Sütun aslında Delfi’deki Apollo mabedine dikilmişti. İmparator Konstantin tarafından 324 yılında getirttirilerek, Hipodromun ortasına diktirilmiştir. 17 yy.da yılanların kafaları yerlerinde duruyordu. Sonradan kayıp olan kafaların bir parçası bulunarak İstanbul Arkeoloji müzesine konulmuştur.
Şehr-i İstanbul Dergisi
ŞEHZADE CAMİİ
Kanuni Sultan Süleyman’ın genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmet adına Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak devrinin büyük mimarı Mimar Sinan, Şehzade Camii ve külliyesini 1544-48 tarihleri arasında dört yılda tamamlamıştır. Koca Sinan daha sonraları yaptığı bir değerlendirmede “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Edirne Selimiye de ustalık eserimdir” diyecektir. İşte Şehzade Camii Sinan’ın mimari dehasındaki ana devirler olan bu üç abide eserin ilk basamağıdır.
Yarım kubbe problemini ilk defa ele aldığı bu camide Mimar Sinan dört yarım kubbeli ideal bir merkezi yapı meydana getirip, Rönesans mimarlarının rüyasını gerçekleştirmiştir.Cami kare planlı olup, üstü yarım küre şeklinde bir büyük kubbe ve bunun etrafında dört yarım kubbeyle örtülmüştür. Dört köşede yarım küre, dört de küçük kubbe vardır. Bütün kubbeler dört büyük fil ayağı üzerine oturur. Mimar Sinan’ın eserlerinde görülen sadelik ve tezyinat bu camide de görülür.
Şehzade Camii’nin büyük dış avlusu altı kapılıdır. Caminin cümle kapısı duvarının iki yanındaki ikişer şerefeli çift minaresi yapının en dikkat çeken bölümlerindendir. Diğer cami ve minarelerdeki sadelik burada yoktur. Koca Sinan’ın bu minarelerdeki tezyinatı emsalsizdir.
Dört yarım kubbe ile desteklenen bir merkezi kubbe ile örtülüdür. “Kare içine oturan haçvari plan tipolojisinin Osmanlı mimari geleneği çerçevesindeki gelişiminin son noktasıdır. Bu gelişimin bir önceki adımları Edirne’deki Üç Şerefeli Cami, eski Fatih Camisi ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan camilerinde görülür.¹”
Mimar Sinan daha sonra inşa ettiği Süleymaniye ve Selimiye camilerinde Şehzade Camisi’nden daha ileri mimari çözümlemelere ulaşmışsa da, Şehzade Camisi plan şeması Sultanahmet Camisi, Yeni Cami gibi 17. yüzyıl camilerinde beğenilerek kullanılmıştır.
Şehzade Camisi’nde şadırvan avlusu ve cami kitlesi iki eş karedir. “Kubbe çapı 19 m, kubbenin zeminden yüksekliği 37 m dir. Merkezi kubbe pandantifli kare bir baldaken oluşturur.¹” Kubbeyi taşıyan dört ayakların çok fazla yer kaplamamasıyla mekan bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır. Örtü, yarım kubbeler ve eksedralarla yapı kanatlarına ulaşır. Dışarıda, büyük orta kubbenin oturduğu kare kısmın dört köşesine ve yarım kubbelerin yanlarına dört ağırlık kubbesi konularak kemerlerin açılması önlenmiştir. Bunlar camiye aynı zamanda kademe kademe yükselme vermiştir. Yan galeriler yoktur ve böylece mekân daha fazla bir bütünlük kazanmıştır. Sadece hünkar ve müezzin için küçük birer mahfil bulunur. “Örtünün eğrileri ile planın doğruları küresel geçit öğeleri ve mukarnaslarla birbirleriyle buluşurlar. Masif duvarların yerine Osmanlı mimarlığında ilk kez dış mimaride revak kullanılmıştı. Yan revaklar iki kareden oluşan harem ve avlu planına bir ek olarak akıtılmıştır ve avlu yönünde minareler sonlanır.” 2’şer şerefeli bu minareler oldukça zarif bezemeye sahiptir.
Şehzade Cami’sinin simetrik modülasyonu avluda da kendini gösterir. “Şadırvan avlusu da cami gibi 5×5 modüle bölünmüştür. Kubbe açıklığına eşit olan açık bölüm 3×3 modül olarak açık bırakılmıştır. Kubbe büyüklükleri ve yükseklikleri aynıdır. Osmanlı mimarlığının en dengeli avlularından biridir.¹” Merkezde bulunan sekizgen şadırvan yaklaşık bir modül büyüklüğündedir. Revak kubbelerinin büyüklükleri birbirine eşit, yükseklikleri birbirine eştir ve hemen cami planındaki köşe kubbelerle aynı büyüklüktedir. “Bu yüzden Şehzade Cami avlusu Beyazıt Cami avlusu ile birlikte Osmanlı Mimarisinde bulunan en dengeli ve güzel avlularından biri sayılır.¹” Mermer ve somaki kaidelere oturan revak sütunları 12 adettir. Revakları örten kubbelerin sayısı da 16’dır.
“Bezeme özellikleri açısından özgün bir yapıdır. 15. yüzyıldan itibaren başlayan yalınlaşma eğiliminin dışına çıkmıştır. Çok renkliliğin vurgulanışı, yapının dış profillerine getirilen bezemesel öğeler, minarelerin yüzey bezemeleriyle benzersiz yapıdır. Mihrap, minber ve müezzin mahfili mermerdendir.”
FRANSIZ SOKAĞI
Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin arka tarafında metruk halde bulunan sokaklardan birisiydi Cezayir Sokağı. Afitaş Yapım Şirketi ile Kültür Üniversitesinin ortaklaşa geliştirdiği “Fransız Sokağı” projesiyle kentsel dönüşümü sağlandı. Projeyle 1800’lerin sonu, 1900’lerin başı itibariyle yüzyılın değişimine tanıklık etmiş, farklı hayatların yaşandığı birkaç nesille birlikte gözden düşmüş binalar restore edildi, pembe ve sarı renklere boyandı, tentelerle donatıldı. Kaldırım taşları yenilendi, bölgenin tamamı için özel bir müzik sistemi kuruldu. 4 gün 4 gece sürer açılışın ardından da İstanbul’un kültür, sanat ve eğlence yaşamındaki yerini aldı. Fransız Sokağı’nı süsleyen havagazıyla çalışan 100 yıllık sokak lambalarını Paris Belediyesi gönderdi. Yer taşları Paris’ten gelen mimarlarla çalışılarak düzenlendi. Sokağa adını veren Fransızlar, Beyoğlu’nda çok önemli izlere sahip. Zira Beyoğlu’ndaki ilk kahvehaneler, ilk oteller, ilk sinema ve tiyatrolar, 19. yüzyılda Fransızlar tarafından kurulmuş. Sokağın sol tarafındaki binaların tümü 1890-1910 yılları arasında İstanbul’da yaşamış Karaköy ve Eminönü rıhtımlarını inşa eden Fransız müteahhit mühendis Marius Michel’in imzasını taşıyor. Ayrıca ünlü Fransız ressam Al-bert Mille de 1950’li yıllarda bu bölgede yaşamış. Fransız kültürünü yansıtmayı hedefleyen sokakta, değişik tatlar sunan cafeler, restoranlar ve sanat merkezleri bulunuyor.
BRASSERİE LEVANTİNE Kafe, lokanta ve galeri. Pera kültürünü oluşturan Osmanlı levantenlerinin mutfak kültürünü yansıtan bir mönüsü var. Birinci katındaki galeride tablolar ve Türk modacıların kıyafet tasarımları sergilenecek. CAFE DES ARİSTES (Sanatçılar Kahvesi) Avrupa’ya özgü çok özel tatlar sunuluyor. Bahçesi 20, iç mekan 60 kişilik.
CAFE MİRO Kafe, lokanta. Ünlü ressam Miro’nun (1893-1983) çalışmalarının kopyalanyla süslü bir ortam. Mönü Fransız mutfağı ağırlıklı. Croissant, krep, salata çeşitleri ve Fransız şarapları sunuyor. İçerisi 100, dışarısı 8 kişilik.
CENTRE DE DOCUMENTATION DE BEYOGLU (BEYOĞLU BELGE-BİLGİ MERKEZİ) Beyoğlu Gazetesi ve Fransız Sokağı işbirliğiyle açılmış. Bu merkezde tarihi ve güncel her türlü bilgi, belge ve yayın toplanacak. Konuyla ilgili herkese açık. Burası aynı zamanda turizm bürosu.
CHEZ LES DAMES (HANIMEFENDİLERİN YERİ) Kafe, restoran. Dekorasyon da yemekler de tipik Fransız. Chez Les Dames’ın duvarında ünlü modacı Zuhal Yorgancıoğlu’nun hediye ettiği kocaman bir Coco Chanel afişi duruyor. Üzerinde de şu yazı var; Bir Fransız sokağı ancak Chanel ile efsaneleşir! ” DESİR (ARZU) Mönüde şarap ve peynir çeşitleri yer alıyor. İsterseniz beğendiğiniz peynir, şarap veya salamı şarküteri bölümünden alabilirsiniz.
GALERİE D’ART (SANAT GALERİSİ) Yerli ve yabancı sanatçıların eserlerinin sergileneceği çok amaçlı bir salon. Aynı zamanda sanat üzerine konferanslar, seminerler, müzayedeler ve sempozyumlar düzenlenecek.
LA VİE (HAYAT) Restoran, kafe, bar. Girişte yer alan tek salon lobi olarak kullanılmış. Üst katta piyano bar. Yanında gizli bahçe, en üstteki üç bölümlü alan ise Fransız restoranı.
LE CHEVALİER (ATLI) Şarapevi, restoran. Türk ve Fransız şaraplarının sunulduğu ortaçağ görüntüsünde bir şarapevi. Fransız müziğinden örnekler sunuluyor. Aynı zamanda resim sergileri de açılıyor.
LA TERASSE (TERAS) Pastane, kafe, Soft müzik eşliğinde Fransızlar’a özel ekmekler, çörekler sunuluyor. Alkolü kaçıranlar için çorba, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kahvaltı, diyet yapanlar için kalorisi düşük pasta, ekmek çeşitleri mevcut.
LES ZAZOUES Restoran, bar. Mönü ağırlık et ve balık üzerine. 4 katlı restoran barın her katında farklı bir işletme var. En altta Perspective, hemen onun üstünde Cemil Ipekçi’nin Gitane’ı üst katta ise Fransız Sokağı Projesi’nin sahibi Mehmet Tasdiken ve Poyraz Topal’ın işlettiği ‘Antique Pomme’ yer alıyor.
RESİDENCE (KONUT) Sokağa gelen misafir ve sanatçıların konaklayabileceği bir otel 2 oda, mutfak, banyo ve terastan oluşuyor.
ARKEO Kitap ve hediyelik dükkanı. Türkiye, özellikle de İstanbul ve Beyoğlu ha kkında yazılmış eserler, haritalar satılıyor. Hediyelik eşya, halı, gerçek ve sahte mücevher de bulunuyor.
BELLE DU JOUR (GÜNDÜZ GÜZELİ) Kafe, restoran, bar. Mönü Akdeniz mutfağı ağırlıklı. Fransız caz müziği çalınıyor. Sabah kahvaltı ile gün başlıyor. Öğle ve akşam yemeğiyle devam ediliyor. Terastaki şampanya barda ise ünlü Fransız şampanyalarını bulabilirsiniz. Yemeklerde sızma zeytinyağı kullanılıyor. Deniz mahsûlleri Marsilya usulü hazırlanıp sunuluyor.
CAFE 8 İki katlı. gün kahvaltı servisiyle başlıyor. Öğle ve akşam üstü çay servisiyle devam ediyor. Akşam yemeğinde ağırlık Fransız mutfağında. Resim ve takı sergileri de açılıyor. 80 kişi kapasitesi var.
CAFE DE LA PLACE Paris’te çok sık rastlanan tipik bir sanatçı kafesi. Dekorda eskitilmiş ahşap ağırlıkta. Canlı müzikle birlikte sergiler ve ayrıca muhtelif konularda konferanslar olacak..
CAFE A. MILLE Kafe, restoran, bar. Kafe adını bu binada yaşamış istanbul doğumlu, Fransız asıllı ünlü portre ressamı ve süsleme sanatçısı Albert Mille’den almış. Mönüde Fransız tarzı çorbalar, salatalar, krep ve makarna ağırlıkta.
CHEZ SAKMAN Stüdyo, kafe, bar, restoran. Ünlü müzik adamı Vedat Sakman’ın işlettiği Chez Sakman’ın mönüsü Akdeniz mutfağından. İşletmenin ana konsepti canlı müzik üzerine kurulu.
Şehr-i İstanbul Dergisi
ya çok güzel
işine yaradıysa ne mutlu
bu resimler çok güzel herkez izlesin